
Aşağıdaki materyal, korsan hayatı simülasyonu oyunu Corsairs Legacy geliştirilirken Mauris studio tarafından, genel olarak deniz temasını ve özel olarak da korsan oyunlarını popülerleştirmek amacıyla hazırlanmıştır. Proje hakkındaki haberleri web sitemizden, YouTube kanalımızdan ve Telegram hesabımızdan takip edebilirsiniz.
Bu yazıda Kirill Nazarenko, Black Sails dizisindeki genelevi analiz ediyor.
Merhaba! Bugünkü konumuz oldukça “baharatlı”. Black Sails dizisinin en eski mesleğe adanmış bölümlerinin, yani genelev sahneleri ile “gece kadınları”nın yer aldığı sahnelerin analizinden başlayalım. Ayrıca bu sürecin ekonomisini 18. yüzyıl başlarındaki Karayip adalarının ekonomisi bağlamında ele almaya çalışacağız.
Genel olarak Black Sails dizisini beğendim; dış görünüş olarak iyi bir izlenim bırakıyor, ancak kadın kostümleri 18. yüzyılın ilk yarısından çok ikinci yarısına ait. Yine de hem erkek hem de kadın kıyafetleri 18. yüzyılın çerçevesine oturuyor, bu da sinema yapımlarında çok sık rastlanan bir durum değil.
Şunu hatırlatayım: 4–8. bölümlerde bir grup korsan bir genelevi ele geçiriyor. Sahibi öldürüyorlar ve ardından, ölen kişinin işletmeyi corsairlere sattığını “ispatlayan” bir satış senedini sahte olarak düzenliyorlar. Ama burada birkaç “gerçeklikten kopuk” detay var.

Kirill Nazarenko, Black Sails hakkında. Elinde satış senediyle korsan Rackham
Öncelikle, Black Sails dizisinde korsan Rackham’ın genelevin sahibesi olan pezevengin eline verdiği kâğıt, dış görünüşüyle bile gerçek bir satış senedine benzemiyor.
18. yüzyılda hukuki belgeler oldukça büyük kâğıtlara yazılırdı; boyutları neredeyse A3 formatına, hatta daha fazlasına yaklaşırdı. Dolayısıyla A5 boyutundaki bir kâğıt parçasının gerçek bir satış senedi olması pek mümkün değildir.
Ayrıca satış senediyle ilgili başka büyük bir sorun daha var — bu tür belgelerin mutlaka bir hukuki makam tarafından tasdik edilmesi gerekiyordu. Birleşik Krallık’ta bunu barış yargıçları veya noterler yapabilirdi; kıta Avrupası’nda avukatlar; Rusya’da devlet kurumları. Her hâlükârda satış senedinin resmi onayı olmak zorundaydı.
Elbette şu ihtimali düşünebiliriz: corsairler, “Black Sails” dizisinde bir şekilde şüpheli bir notere ulaştılar ve o da bu belgeyi sahte olarak düzenlemelerine yardım etti. Ancak Karayip kasabalarında nüfus azdı ve herkes birbirini tanıyordu; “uydurma” bir noter yaratmak neredeyse imkânsız olurdu.
Daha sonra, faiz oranı konusunda da bazı şüphelerim var. Genelevin işletmecisi, önceki sahibinden %3 aldığını söylüyor; bu oran son derece düşük. Buna karşılık, Rackham’ın vaat ettiği %40 ise çok daha makul bir pay.
Aynı genelevdeki fiyatlar söz konusu olduğunda “Black Sails” dizisinde, kızlardan biri bir müşteriye 5 piastraya hizmet verdiğini söylüyor; diğeri ise bu hizmetin gerçek fiyatının 20 piastra olduğunu, dolayısıyla birinci genç kadının ya paranın bir kısmını sakladığını ya da iyilik olsun diye indirime gittiğini iddia ediyor. Önce “piastra”nın ne olduğuna bakalım.

Kirill Nazarenko, Black Sails hakkında. Piastralar
Piastra, güney Avrupa ve Osmanlı coğrafyasında yaygın olarak kullanılan bir ad olup, aslında taler denilen paraya karşılık gelir. Talerler, 15. yüzyılın sonu ile 16. yüzyılın başında, bugünkü Çekya topraklarında basılmaya başlandı. İsimleri “Joachimstal”dan gelir; yani “Aziz Joachim Vadisi”. “Joachimsthaler”, kelime anlamıyla “Joachim Vadisi’nden gelen (para)” demektir.
Modern dolar, aslında talerin devamıdır, yalnızca adı biraz değişmiştir. Bu sikke oldukça ağırdı, yaklaşık 27 gram saf gümüş içeriyordu ve çapı da yaklaşık 5 santimetreydi, yani hayli büyük ve kalın bir paraydı. Piastralar estetik açıdan da hoştu: Ön yüzünde genellikle kralın profili yer alıyordu. 16–17. yüzyıllarda madalyacılık sanatı oldukça gelişmişti ve hükümdarlar için portrelerinin para üzerinde yer alması çok önemli bir propaganda aracına dönüşmüştü.
İnternet, televizyon, radyo ve gazetelerin olmadığı zamanlarda insanlar, ülkelerini hangi kralın yönettiğini iki ana kaynaktan öğreniyordu: şehir merkezlerine asılan veya tellallar tarafından okunan fermanlar ve her şeyden önemlisi sikke.
Yani bu gümüş yuvarlak parayı eline alan herkes, üzerinde gördüğü portre ve etrafına yazılan isim sayesinde ülkeyi hangi kralın yönettiğini kesin olarak biliyordu. Talerin arka yüzünde farklı tasvirler yer alabiliyordu; ancak çoğu zaman 18. yüzyılın başlarına kadar üzerinde bir nominal değer yazmıyordu, çünkü sikkede kullanılan madde ve boyut zaten yeterince ayırt ediciydi.
Bu arada, modern İngiltere’de hâlâ farklı şekillerde madeni paralar basılması, geçmişte paranın şeklinin değerini anlayabilmek için en önemli işaretlerden biri olmasından kaynaklanır. Üzerine nominal yazılmadığı için, taler farklı bölgelerde farklı adlarla anılıyordu: Rusya’da “Yefimok”, Fransa’da “Écu”, İspanya’da “Escudo” gibi.
Taler, büyük alım gücüne sahip bir madeni paraydı; bunu birkaç rakamla anlatabiliriz. Örneğin, 17. yüzyılda bir asker yılda 12 taler alıyordu. Elbette bu düşük rütbeli bir askerdi ve ayrıca üniforma, yiyecek ve barınma da devlet tarafından karşılanıyordu; bunların hepsi göz önünde bulundurulmalı. Yine de, 12 taler yıllık nakit geliriydi.
Subay maaşına bakarsak, genç bir subay yılda 300 talere kadar, yani ayda yaklaşık 25 taler kazanabiliyordu. Bu durumda, ayda bir kez 5 taler ödeyerek “hafif meşrep bir hanıma” gitmek mümkündü, ama bir seans için 20 taler ödemek mantıksız derecede yüksekti.

Kirill Nazarenko, Black Sails hakkında. Genelev sahnesi
Eğer bir seans 20 taler olsaydı ve kızlar kazandıklarının en az %25’ini ellerinde tutabilseler, yani corsairlerin getirdiği paradan o kadar pay alsalardı, bir müşteriden 5 taler kazanmaları gerekirdi. Bu durumda, müşterinin olağanüstü zengin biri olması beklenirdi. Böyle “elit” fahişelerin varlığı mümkündü, ancak onlar zaten başka türlü adlandırılır, çoğu zaman soylu ya da çok zengin kişilerin sevgilileri olurdu.
Diğer meslekleri ele alırsak, örneğin Birleşik Krallık’ta bir denizci, savaş veya ticaret filosunda yılda 60–80 piastra kazanıyordu, ama bu sadece seferde olduğu sürede geçerliydi. Yılın bir kısmını karada geçiriyorsa daha az alıyordu. Fransa’da bir denizci yılda yaklaşık 25 taler alıyor, buna yiyecek de dahil ediliyordu.
Bir zanaatkârın gelirine bakalım: diyelim ki küçük atölyesi olan bir kunduracı ya da terzi, ailesiyle beraber çalışıyor; yıllık geliri 200–300 taler civarında olabilirdi. Ancak bu paranın tamamını ailesine ve kendine harcayamazdı, çünkü hammadde, atölyenin aydınlatması, aletler gibi giderleri karşılamak zorundaydı.

Kirill Nazarenko, Black Sails hakkında. 18. yüzyıl zanaatkârları ve tüccarları
Yiyecek fiyatlarına da bakabiliriz. Bir talerle bir somun beyaz ekmek, yaklaşık bir kilo pastırma, bir kupa bira, bir kızarmış tavuk, bir süt kuzusu ve yanına epeyçe garnitür alınabilirdi. Bu miktar 3–4 kişiyi rahatça doyururdu; dolayısıyla bir taler ciddi bir paraydı. Bu yüzden, iyi bir profesyonel olsa bile bir kızın hizmeti için 1 taler fazlasıyla yeterli olurdu diye düşünüyorum.
Kıyafet tarafında, profesyonel bir denizciyi baştan ayağa sağlam ve kaliteli giysilerle donatmak yaklaşık 6–7 talere mal olurdu. Buna gömlek, pantolon, çorap, ayakkabı, şapka, boyun fuları ve iki tane “bastroga” – yani altta keten hafif bir ceket ve üstte yünlü bir ceket – dahil olurdu. Hepsi yeni, yüksek kaliteli ve dayanıklı kıyafetlerdi; sahibine bir yıldan fazla hizmet edebilirdi.
Renkli kumaştan veya kadifeden yapılmış kıyafetler ise çok daha pahalıydı. Örneğin, orta kalite kumaştan yapılmış bir ceket, pantolon ve yelek takımı 20–25 talere mal olabilirdi. Kadifeden bir takım ise – ki o dönem kadife sadece ipek iplikten dokunurdu ve sıradan kumaştan 20 kat daha pahalıydı – yaklaşık 500 talere ulaşabilirdi. Bu tür kıyafetleri yalnızca bir general, amiral, bakan ya da çok zengin bir tüccar giyebilirdi.
Bu arada hatırlatayım: 18. yüzyılın başında Avrupa ordularında henüz “tek tip” bir üniforma sistemi yoktu, bu nedenle generaller bile çok çeşitli kıyafetler giyiyordu. Avrupa donanmalarının amiralleri ve deniz subayları, ordunun kara subaylarından da geç bir tarihte üniforma kullanmaya başladı: Kara subayları 1710–1720’lerde, deniz subayları ise çoğunlukla 1750–1780’ler arasında üniformalı hâle geldi.
Dolayısıyla yüzyılın başında, yalnızca dış görünüşe bakarak bir hükümdarı sıradan bir denizciden ayırt etmek epey zordu. Bunun için belde ya da omuzda taşınan subay kuşakları gibi ek ayrıntılara başvurulurdu. Örneğin İngiltere’de, kırmızı ipek subay kuşağı o kadar önemliydi ki, subayların tipik bir simgesi hâline gelmişti.

Kirill Nazarenko, Black Sails hakkında. Subay kıyafetleri ve subay kuşağı
Bir askeri teçhizatından tanımak da mümküntü. Üzerinde fişeklik çantası, kılıç ve elinde süngülü bir tüfek varsa, bunun bir asker olduğu hemen anlaşılırdı.
Şaşırmamak gerekir: 18. yüzyılın başlarına kadar silahlı gruplar arasındaki çatışmalar genellikle karşılıklı seslenmeler ve “hangi taraftansın?” sorusuyla başlardı. Bu yüzden her ordunun bir tür “parola” sayılabilecek savaş nidaları vardı. Bu parola, nöbetçilere “bizden misin?” mesajını ileten gizli bir kod gibiydi.
Ancak biz başlangıçtaki “hafifmeşrep” konumuzdan epey uzaklaştık. Şimdi tekrar o noktaya dönelim. Black Sails dizisindeki genelevi, ortasında avlusu bulunan güney tipi bir ev olarak tasvir etmelerini çok beğendim; ikinci kata çıkan ahşap bir galerisi var. O dönemde Karayipler’de büyük sayılabilecek şehir evleri genelde böyleydi: Tüm odalar avluya bakar, sokaktan giriş doğrudan avluya açılır, dışarıya bakan duvar ise neredeyse “kör” olabilirdi.
Bu sayede birden fazla sorun aynı anda çözülüyordu: ev hem sıcaktan hem de güneş ışınlarından korunuyor, ayrıca avluya açılan kapıyı kilitlediğinizde içeriyi kolayca yabancılardan saklayabiliyordunuz. Bu tip evler ilk olarak antik Yunan’da ortaya çıktı; günümüzde de İspanya’da, İtalya kırsalında ve Portekiz’de hâlâ görmek mümkündür. Dizide dekor ekibinin böyle bir avlu inşa etmiş olması ve yapımcıların bunu etkili şekilde kullanması gayet hoş.

Kirill Nazarenko, Black Sails hakkında. Dış avlu ve ahşap galeri
Bu genelevin iç döşemesi ve genel tarzına gelince, farklı dönemlerin karıştığını görmek mümkün. Örneğin 8. bölümde göze çarpan, çok sayıda tel destekli parlak pembe şemsiyeler, 19. yüzyılın ikinci yarısında moda olan Çin ya da Japon şemsiyeleridir ve 18. yüzyılda böyle bir şeyin bulunması pek mümkün değildi.
Öte yandan, müşterilerin oturduğu metal ayaklı küçük mermer masaların da büyük ihtimalle 19. yüzyılın ikinci yarısına ait olduğunu söyleyebiliriz. Bana kalırsa, özellikle 19. yüzyılın başlarında, “taşra” sayılabilecek Karayip bölgesinde ahşap masalar çok daha doğal görünürdü. Tüm bu unsurlar bir araya geldiğinde, ortaya ilginç ama tarihsel olarak tutarsız bir tablo çıkıyor.
Bu arada, dizideki ilginç bir ayrıntıya daha dikkat çekelim: yalnızca 5 piastra kazandığı için kendini savunan kız, “Rabbin bedeni” üzerine yemin ediyor — açıkça Katolik. Bu, tipik bir Katolik yeminidir; çünkü “Rabbin Bedeni Bayramı” (Corpus Christi) bizzat papalar tarafından, 16. yüzyılda Reform hareketi sırasında, Katolik Kilisesi’ni güçlendirmek ve karşı propaganda yapmak amacıyla resmileştirilmiştir. Bir Protestan böyle bir yemin etmezdi.
Açıktır ki o dönem Avrupa’sında, Katolik ve Protestanların karışık yaşadığı pek çok bölge vardı; bugün yeniden Katolik ülkesi sayılan Macaristan veya Polonya gibi yerlerde bile bu durum görülüyordu. 16. ve 17. yüzyılın başlarında Protestanların sayısı oldukça fazlaydı; Çekya’da (Bohemya’da) ise çoğunluğu oluşturuyorlardı. Yine de zamanla Katolik Kilisesi bu bölgelerdeki nüfuzunu geri kazanmayı başardı.
Büyük Britanya söz konusu olduğunda, Katoliklere karşı bir mücadele yürütülüyordu; ancak onlar Britanya toplumundan hiçbir zaman tamamen yok olmadı. İrlanda’da çoğunlukta idiler. Protestanlığın kalesi sayılan Hollanda’da bile Katolik bir azınlık varlığını sürdürdü. İspanya, Portekiz ve İtalya gibi ülkelerde ise Protestanların yaşaması neredeyse imkânsızdı; onlara karşı çok sert önlemler alınıyordu. Dizide olayların geçtiği yer olan Nassau, bir Hollanda toprağı olduğundan, burada Katolikler nispeten daha rahat nefes alabilirdi; genelevdeki genç kadınlardan birinin açıkça Katolik olması da bu açıdan mantıklı.
Black Sails dizisindeki bu genelevde farklı ten renklerine sahip kadınların birlikte çalıştığını görmemiz de ilginç; burada yazarların, kurum çalışanları arasında bir tür “eşitlik” fikri kurmaya çalıştıkları hissediliyor.

Kirill Nazarenko, Black Sails hakkında. Siyahi bir kız
Yine de bence bu kurumda çalışanların dış görünüş kalitesi açıkça abartılmış. Tüm hanımlar genç ve güzel; ama gerçekte, modern izleyicinin gözünde çok daha “sıradan” görüneceklerini düşünmek gerek. Üstelik kadın güzelliği standartları zaman içinde ciddi biçimde değişti.
Bugün bildiğimiz anlamdaki “modern ideal”, oldukça geç — İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra — şekillendi. 18. yüzyılda ise güzel kadın, dolgun, güçlü ve heybetli kadın demekti.

Kirill Nazarenko, Black Sails hakkında. 18. yüzyılda kadın güzelliği standardı
O dönemde beyaz ve solgun ten çok değer görüyordu; en ufak bronzlaşma bile düşük sosyal kökenin bir işareti sayılıyordu. Koyu tenli insanlar bu açıdan daha da dezavantajlıydı. Kadın aksesuarı olarak şemsiyenin yaygınlaşmasının nedeni de buydu; zira güneşlenmek hoş karşılanmıyor, hatta zararlı görülüyordu. Ten beyazlığına büyük önem veriliyordu ve bu açıdan siyahi genç kadınlar açıkça “kaybeden” taraftaydı. Elbette onlar da genelevde çalışabilirdi, ancak en alt konumlarda, çok daha düşük ücretlerle.
Bu noktada, Black Sails dizisi, erkeklerin sakalları ve corsairlerin görünümü açısından da tarihsel gerçeklikten sapıyor. Daha önce de söylediğim gibi, 18. yüzyılın başında sakal, bir erkeğin yüzünde neredeyse düşünülemez bir özellikti; buna rağmen dizide pek çok kahramanın sakalı var.
Ayrıca kısa erkek saç kesimi de o dönemde neredeyse yoktu. Ancak sürekli peruk veya başlık takanlar saçlarını tamamen kazıtır ya da çok kısa kestirirdi. 18. yüzyıl başında, uzun saç erkek güzelliği ve sağlığının bir göstergesiydi. Hatta XIV. Louis’nin, saçları dökülmeye başladığı için peruğu “icat ettiği” söylenir; zira erkeklerde kellik son derece nahoş bir durum sayılır, dikkatle gizlenirdi.
Şimdi, hikâyemizin başlangıç noktası olan Black Sails dizisindeki bu “büyük kuruluşların” hangi ortamda var olduklarına bakalım. Bunlar elbette şehirlerde yer alıyordu, ancak Karayip şehirleri küçüktü.
Jamaika’daki Port Royal, Britanya mülklerinin başkenti sayılırdı ve 17. yüzyılın 1680’li yıllarındaki parlak döneminde yaklaşık 5.000 nüfusa sahipti. 1.000 civarında ev bulunuyordu ve sakinlerin önemli bir kısmını garnizon oluşturuyordu.
Zanaatkârlar da nüfusun ciddi bir bölümünü teşkil ediyordu; çünkü henüz sanayi üretimi yoktu ve giysi, ayakkabı, ev eşyası, hayvan koşum takımı, silah gibi her şey bir zanaatkâr tarafından üretiliyordu. Kumaşlar Avrupa’dan getiriliyordu.
Genel olarak Avrupalıların kıyafetleri keten ve yünlü kumaştan yapılırdı. Pamuk çoktan Avrupaya ulaşmıştı ama son derece pahalıydı; Karayip adalarının işlenmeye başlaması, pamuğun ucuzlamasında önemli bir rol oynadı. Pamuk burada yetiştirilmeye başlandı ve 18. yüzyıl boyunca pamuklu kumaşlar giderek daha yaygın hâle geldi.
Yüzyılın başında ise esasen keten kullanılıyordu. İnce kumaşlar da ketenden dokunabiliyordu, ama keten bitkisi başlıca Avrupa’da yetişiyordu. Yünlü kumaş (cloth) da yine Avrupa’da üretiliyordu. Karayip adalarında koyun yetiştiriciliği pek gelişmediği için kumaşlar dışarıdan ithal ediliyor, ancak kıyafetler yerel terziler tarafından dikiliyordu. Bu nedenle terzi ve kunduracıların bulundukları kasabalar kaçınılmazdı.
Bu kişiler genelde fakir sayılırdı; çünkü 18. yüzyılın başında emek çok ucuzdu. Herhangi bir eşya satın aldığınızda — giysi, ayakkabı, silah, mobilya fark etmez — fiyatın yaklaşık %90’ı malzeme bedeli, yalnızca %10’u zanaatkârın emeğinin karşılığıydı. Mücevher gibi istisnalarda emek payı biraz daha yükselse bile, değerli taş ve madenlerin fiyatı o kadar yüksekti ki, saray kuyumcusunun emeği bile toplam fiyatın küçük bir bölümünü oluşturuyordu.
Tekrar vurgulamak gerekir ki, 18. yüzyıl insanının gözünde “elleriyle çalışanlar” sosyal hiyerarşinin en altındaydı. “Asil” sayılmak için fiziksel iş yapmıyor olmak gerekiyordu. Bu açıdan, kökenleri ne kadar mütevazı olursa olsun, corsairler kendilerini “seçilmiş”, neredeyse soylu görebilirlerdi; çünkü ekmeklerini alın teriyle değil, yağmayla kazanıyorlardı.

Kirill Nazarenko, Black Sails hakkında. Kaptan Flint, John Silver ve diğer korsanlar
Örneğin İspanya’da, bazı çevrelerde ticaret bile soylu bir kişi için “ayıp” sayılıyordu. İngiltere’de ise bu bakış açısı o zamana kadar ciddi biçimde değişmeye başlamıştı. Fransa’da soylular hâlâ, ticaretle uğraşmak ya da bizzat malikânelerini yönetmek yerine kralın hizmetinde olmayı tercih ediyordu.
Karayipler’den geçen gerçek para akışlarına bakarsak, bunların elbette şehirlerde yaşayan zanaatkârların ve küçük esnafların ceplerine girmediğini görürüz. Karayiplerde üretilen en değerli mallar şeker, kahve ve indigo (bitkilerden elde edilen mavi bir boya) idi.
Bunların tamamı şehir dışına uzanan plantasyonlarda üretiliyordu. Bu plantasyonlarda Afrika’dan getirilen siyah köleler çalıştırılıyordu ve kölelerin sahibi gerçekten zengin kişilerdi. Aynı zamanda, ticaret gemileri, adeta bir şema hâline gelen “üçgen ticaret” rotasını izliyordu: Avrupa’dan Afrika’ya gidiliyor, orada köle satın alınıyor, sonra bunlar Karayipler’e götürülüp satılıyordu; karşılığında şeker, kahve, indigo ve kakao alınıyor, bu mallar tekrar Avrupa’ya taşınıp satılıyordu. Döngü böyle sürüp gidiyordu.
Bu arada, Avrupa’dan Karayipler’e getirilen malların oldukça pahalı olduğunu unutmamak lazım; çünkü gemiler, kargoyla yüklü hâlde Afrika’ya uğruyor, Kanarya Adaları’nın yakınından geçiyor ve ancak sonra Karayipler’e varıyorlardı. Dolayısıyla Avrupa’dan gelen her malın nakliye maliyeti çok yüksekti.
İlginçtir ki, corsairlerin “başarılarına” baktığımızda, korsanların köle dolu bir gemiyi ele geçirdiklerine dair anlatımlara çok nadiren rastlarız. Köleler “bozulabilir mal” sayılıyor ve belirli yerlerde, hızla satılmaları gerekiyordu. Bunun için çok iyi kurulmuş bir ticaret ağı şarttı.
Doğal olarak, corsairler için bu tür “ürünü” satmak oldukça zordu. Eğer köle tacirlerinin, zavallı Afrikalıları doğrudan Afrika kıyılarında kendilerinin yakaladığını düşünüyorsanız, yanılıyorsunuz. 18. yüzyılın başlarında Afrika’nın batı kıyısının tamamı, kıyı kabilelerinin kurduğu, köle ticaretini kazançlı bir endüstri hâline getiren güçlü Afrikalı devletlerin kontrolündeydi.

Kirill Nazarenko, Black Sails hakkında. 18. yüzyılda Afrika’nın batı kıyısının haritası
Dahomey gibi yerlerde kölelerin bir avuç boncuk karşılığında satıldığını düşünmemek gerekir. Hayır; Dahomeyliler tüfek, barut ve demir istiyordu; zira güçlü bir ordu kurmaya, sağlam bir devlet inşa etmeye çalışıyor ve köleleri bir tür “para birimi” olarak kullanıyorlardı. Elbette kendi halklarını satmıyorlar, savaşta esir aldıkları insanları köle tacirlerine veriyorlardı. Bunun için Afrika’nın iç kesimlerine, ormanların derinliklerine akınlar düzenliyor, daha ilkel saydıkları kabileleri hedef alıyorlardı. Bu durum 18. yüzyılın sonuna kadar sürdü.
Ancak yalnızca 19. yüzyılda Avrupalılar Afrika kıyılarını fiilen ele geçirmeye başladı. Ondan önce, kıyıda ticaret üsleri (faktoriya) kurmuşlardı ve bunlar büyük ölçüde Afrikalı hükümdarlarla kurulan iyi ilişkiler sayesinde ayakta kalıyordu; çünkü bu hükümdarlar, Avrupalı tüccarların orada bulunmasında açık bir ekonomik fayda görüyordu.
Şimdi bir kez daha Karayip Denizi’ne ve Black Sails’te birkaç bölümde gördüğümüz o sevimli avluya dönelim. Böyle eğlenceli bir mekânın ziyaretçileri ne yiyebilirdi? Teorik olarak, Avrupa’dan gelen her türlü şarap ve yiyecek satın alınabilirdi; ama mesele şudur: Bunu kim, hangi parayla karşılayacaktı?
Daha mütevazı sofralardan söz ediyorsak, en erişilebilir içki elbette rum olurdu. Rum, Karayipler’in adeta sembolü hâline geldi. Şeker kamışından, daha doğrusu kamış saplarından sıkılan özsudan üretilirdi. Bu su fermantasyona bırakılıp düşük alkollü bir içki hâlinde tüketilebildiği gibi, damıtılarak %25–30 alkol derecesine sahip, oldukça lezzetli bir içki de elde edilebilirdi. Bugün bile Brezilya ve Kanarya Adaları’nda bal rumu üretilmeye devam ediyor.
Karayip adalarında et oldukça boldu; nüfus seyrek, toprak genişti ve ilk yerleşimciler olan bukanyerlerin, Hispaniola ya da Haiti adasında boğa avlayarak geçindiklerini hatırlayalım.
İspanyollar bu durumdan hoşlanmadı ve bukanyerleri kovalamaya başladı; bukanyerler de zamanla corsairlere dönüştü. Et fazlaydı, ama genellikle tütsülenmiş ya da tuzlanmış hâlde saklanıyordu; uzun süre taze tutmanın başka yolu pek yoktu. Dolayısıyla taze et doğal olarak daha pahalıydı.

Kirill Nazarenko, Black Sails hakkında. Karayiplerde et pişirme
Ekmek söz konusu olduğunda, Karayipler’de durum zordu; çünkü burada buğday yetiştirilmiyordu ve Avrupalılar o dönemde çoktan beyaz ekmeğe alışmıştı. Siyah ekmek, esasen Avrupa’nın doğu ve kuzeyinde tüketiliyordu. Buğday, 18. yüzyılın başlarında Karayipler’e ancak Avrupa’dan getiriliyordu.
Burada daha ucuz bir alternatif olarak pirinç ekmekleri devreye giriyordu; çünkü pirinç, adalarda öncelikle yerel halkı beslemek için yetiştirilmeye başlanmıştı. Yulaf lapası için durum, buğdayla aşağı yukarı aynıydı.
Yulaf, Avrupa’daki en ucuz tahıl olup, en yoksul Hristiyanların günlük yiyeceğiydi; ancak Amerika’ya taşındığında daha pahalı ve daha az erişilebilir hâle geldi. Her şeye rağmen, siz ve ben az parayla bile et ve rumla idare edebilirdik; ceplerimizde daha fazla para varsa soframıza ek şeyler de katabilirdik.
İspanyol kolonileri, diğerlerine göre daha “medenî”ydi. Küba’da nüfus daha yoğundu ve ekonomi daha gelişmişti. 18. yüzyılda İspanyollar, Küba’da askeri gemi inşa sanayisini geliştirmeye başladı. 18. yüzyıldaki pek çok İspanyol savaş gemisi, Küba’da inşa edilmişti.
Diğer Avrupa devletlerinin kolonileri ise neredeyse hiç sanayi benzeri işletmeye sahip değildi. Temel yapı, plantasyon ekonomisiydi. Ancak bu, son derece kârlı bir işti. Örneğin 18. yüzyıl ortalarında Fransız hazinesinin gelirlerinin üçte biri, şeker ve kahve plantasyonlarıyla ünlü Guadeloupe adasından geliyordu. Doğal olarak corsairler de hedeflerini bu ticaret akışlarına çeviriyordu. Öte yandan, Karayiplerin küçük şehir nüfusları, özellikle İspanyol değil İngiliz, Fransız ya da Hollanda kentlerinden söz ediyorsak, muhtemelen korsanlara sempatiyle bakıyordu; çünkü bu şehirler, korsanların paralarını “saçtıkları” yerlerdi. Çok az corsair, Avrupa’ya dönüp ömrünü rahat geçirecek kadar ganimet biriktirebiliyordu.
Dolayısıyla siz ve ben bir corsair gemisinden inip cebimizde, son ganimetin paylaşımından kalan 20–30 piastra ile Karayip kentlerinden birine varsaydık, muhtemelen bizi kollarını açarak karşılarlardı. Bir iki hafta boyunca keyfimize bakabilir, “özel eğlence” yerlerini ziyaret edebilir, yeni kıyafetler alabilirdik. Sonra ise tekrar çalışma günleri gelir; yeniden denize açılıp bir sonraki ticaret gemilerini soymamız gerekirdi.
Umarız bu yazı sizin için faydalı olmuştur!
Corsairs Legacy - Historical Pirate RPG Simulator projesi hakkında daha fazla bilgi edinin ve oyunu istek listenize eklemek için Steam sayfasını ziyaret edin.













